“Coğrafyanın dil üzerinde ciddi bir etkisi var”
Şair Mehmet Özkan Şüküran’ın “‘Camınıza taş olurum’ diyen o kara çocuklara” ithafıyla söze başlayan ‘Aynada Yürüyen Sesler’ kitabı, imgesel anlatımı, temaları, coğrafyaya bakış ve kimlik ekseninde gelişen politik tavrıyla bizlere sesleniyor.
Şüküran’la “Gül Rengini” ve son şiir kitabı “Aynada Yürüyen Sesler”den hareketle edebiyat üzerine konuştuk.
Şiirle nasıl tanıştınız?
Bunu çok düşündüm. Fakat net bir menzil yok kafamda ama sonra şöyle bir şeyin olduğunu hatırlıyorum. Sanırım lisenin birinci sınıfındayım, o döneme denk geliyor. Hocanın biri şöyle demişti, “Kar ile ilgili bir şiir yazın, herkes bir şiir yazsın haftaya üstüne konuşalım”. Kar yağıyordu, Bingöl, Karlıova doğal olarak, başka ne olabilir ki? Hoca iyi bir edebiyat okuru muydu, edebiyatı takip eden biri miydi, hatırlamıyorum ama müfredattan dolayı böyle bir ödev vermişti diye aklımda kalmış. O dönem okur olarak şiire dair herhangi bir pratiğim yok. Yani bir şiir kitabı okumuşluğum yok. Okuduğum şeyler ders kitaplarında yer alan şiirlerin ötesinde değil. Ödevden sonra gidip bir şiir kitabı almayı düşündüm.
Şiir yazmam için öncelikle şiir okumam gerekir diye düşündüm. Kar ile ilgili bir şiir kitabı bulacağım umuduyla hareket ediyorum, kopyalayacağım anlayacağınız, fakat sağımda solumda kitap satan bir yer yok. Abimin edebiyat kitapları arasında Ahmet Muhip Dıranas’ın bir şiiri ile karşılaştım ama bir şiir kitabının değil, ders kitabının içerisinde yer alıyordu. Dıranas’ın “Kar” adlı şiirini buldum ve ödevi bununla kotarırım diye düşündüm. Onu taklit edip ödevi yaptım. Yıllar sonra Dıranas’ın şiirlerini, şiir kitaplarına kavuşmuş biri olarak ciddi bir şekilde okuduğumda, bu anımı hatırladım. O zaman Dıranas’ın kim olduğundan haberdar bile değildim. Yine de “Kar” şiiriyle edebiyata bulaştım, yazmaya başladım diyemem. Orada öylece donmuş bir anı olarak kafamda bu var, tanışmak deyince.
Sonra lisenin kitaplığı vardı ama çok kötü kitaplardı. Bağış ile gelen vasat diyebileceğim kitaplar, onları okudum. Bunun yanında Orhan Pamuk kitaplarını ilk o dönem okuduğumu da hatırlıyorum. Üniversiteye gidene kadar bu böyle sürdü. Üniversiteye gittiğimde şiirle çok ilgili bir arkadaşım oldu. Belki, “Kar” şiirinin etkisi o günler o arkadaşımın da şiire olan ilgisiyle yüzeye çıktı. Arkadaşımla sahaflarda bolca zaman geçirdik. Şiir kitapları pek satmıyordu biz de gidip onları ucuza alabiliyorduk. Sahaf bir süre sonra bize alışınca, gelen şiir kitaplarını bizim için ayırmaya başladı. Biz de içimize sineni, dergilerden gördüğümüzü alıyorduk. Bu dönemde tematik ve kronolojik biçimde şiirler okudum. Ama şiire ne zaman başladım, yani oturayım ben de bir şiir yazayım dediğim vakti hatırlamıyorum.
İki şiir kitabınız var. Şiir diliniz hakkında ne düşünüyorsunuz, kapalı bir anlatımı benimsediğini söyleyebilir miyiz?
Açıkçası, ilk kitapta bile isteye arkaik ve zor bir dile yaslandım. Daha doğrusu şöyle: Kullanılan kelimelerden tutun imge ve metaforlara kadar bilinçli bir seçimdi. İlk kitabım ki zaten ödüle göndereceğim bir kitaptı. Baştan sona çalıştığım, dosyaya başladığım gün bunu ödüle göndereceğim dediğim bir kitap. O zamanlar bir ikilemdeyim şiirin daralan alanı, harcanan mesai, devam edip etmeme soruları var kafamda. Daha sonra bir gün bir karar verdim ve bir şiir dosyası hazırlayıp Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülüne gönderdim. Olursa kitap olur yoksa mümkün değil kitap olması diye düşünüyordum. Oldu da, benim için önemli bir motivasyon kaynağı oldu ödül. Ben de baştan sona, bile isteye, zor bir şiir dili ile ilerledim. Yani tam olarak kapalı olduğunu söyleyemem fakat okuru zorlayan bir dil olmasını dediğim gibi bilinçli olarak seçtim. Ben o zaman, ona yabancıydım benim için zor olan oydu. Bu yüzden görece kapalı bir anlatımı tercih ettim.
Fakat ikinci kitapta daha ılımlı, öyküye yaslanan, herkesin okuyacağı şiirler yazmak istedim. Tabii ki yine de bir kapalı anlatım var bütünde fakat ilk kitaptan farklı olarak daha yumuşamış bir şekilde. Şu da var şiir böyle sıradan okurun, şiirle yolu kesişmemiş bir okurun okuyacağı bir şey değil bana göre. Belli bir birikim talep eder şiir.
Şiirlerinizde ısrarlı imgeler göze çarpıyor. Fakat aynı zamanda her imge kendi içinde dönüşüm ve mücadele içerisinde diyebilir miyiz? Coğrafyadan tezahür eden temalar var mı?
Sanırım Paul Valéry ya da Mallermé’nin bir alıntısı olması lazım tam hatırlayamadım. “Şiire ilk başlayan birinde temalar bellidir. Ya ölümdür ya aşktır. İlk yazmaya başlayan bunları yazar” der. Şiire başlarken herkesin ilk temaları bunlardır genelde. Çünkü bunlar genel geçer şeylerdir, herkesin doğrudan deneyimlediği temel meseleler. İlk kitabımda coğrafya çok baskındı. Bunda kendi coğrafyamdan yavaş yavaş kopuşumun, acemi sözlerimin kente taşınmasının yani kentle ilk temasımın kurulduğu dönemde kitabın yazılmasının etkisi var.
Bulunduğum yer ile geldiğim yer arasında, benim bakış açımda deneyimlerde bir farklılık vardı. Hem dilsel hem gündelik pratikler açısından. Dahası bambaşka bir hayat içerisinde yer alıyordum. Yani bir yabancı gibiydim. Gündelik hayatın içinde bir yabancı gibi duran, bulunduğu nesneye, meseleye, yaşadığı bir olaya bir yabancı gözüyle bakan biri herkesten farklı görür bir şeyleri. Onlardan biriydim o dönem. Bunlar olduğu için yani bir yabancı olduğum için o şiirler yazıldı. Yani taşra özlemi, güzellemesi falan değil kastettiğim.
Coğrafyanın kendi başına insan psikolojisi, dili üzerinde çok ciddi bir etkisi var. İlk kitapta bu baskındı ama Aynada Yürüyen Sesler hesaplaşma meselesi üzerine bir dert taşıyor. Coğrafyaya bakma ve bulunduğun yerden bakma durumu ile alakalı bir bakış açısı. Şu anda kentte yaşayan biriyim ve gündelik hayatımda kent pratikleri hâkim. Kentte artık bir yabancı gibi değilim. Şimdi ise başka şeylere yabancıyım.
Kürt olup Türkçe şiir yazma konusuna daha öce de değinmiştin…
Bu soru çok soruluyor, bana ve benle aynı kaderi, ölümcül kimlikleri taşıyan insanlara. Bir noktada rahatsız da edici buluyorum bunu. Bir şeylerin kimlikten bağımsız ele alınmasının güç olduğunun da farkındayım. Fakat politik kimliğin o baskın karakterine rağmen bir Kürt, bir Ermeni olup Türkçe şiir yazmak, Bir Çek olup Fransızca şiir yazmak meselesi, yine de derin bir konu. Minör meselesi üzerinden tartışıldı bir dönem ama bence minör falan değil bu. Minörlüğün sınırlarında gezinen, belli yönleriyle onu içeren bir şey sadece.
Anadilinde yazmayıp başka dilde yazan, sürgün veya göçmen olan, bile isteye ya da zoraki, pek çok insan var. Bu insanların yazdıkları beni ziyadesiyle ilgilendiriyor. Neden, çünkü bambaşka bir dilin içerisinden gelip yeni bir dilin içerisinde yazmak, kitap yayınlamak, o dille uğraşmak, o dili bozmak, dili içeriden mayınlamak, dilin imkânlarını zorlamak, kendi meselelerini o dilde söylemek önemli de ondan. Bazen bu bakış şiirin, edebiyatın, konu edinilen meselenin önüne geçiyor. Geçebilir, elbette bu da değil mesele. Fakat şiiri salt politik kodlamalarla okumak bana kolaycılık gibi de geliyor. Çünkü öyle yaptığınızda pek çok meseleyi de dışlamış oluyorsunuz. Bu soru ve türevleri üzerine Varlık dergisinde de yazdım, başka bir yerden bakmayı önerdim bu meseleye. Herkesi aynı kefeye koymadan bakmak lazım. Tekil örnekler, ada yazar ve şairler de çok çünkü.
Kitap adı ve kapağı şiir yazmaktan daha mı zor? “Aynada Yürüyen Sesler” ve “Bıçak”ta bunlar üzerinde düşündün mü?
Kapak konusu Türkiye’de son dönemlerde önem kazanmaya başladı. Görselin o muazzam iktidarının, her anımızı kuşatmasının, tüketim ve alım sırasında kazandığı önemin etkisiyle yayınevleri tasarımı önemsemeye başladı. Sözgelimi Jaguar’ın neredeyse her kitabı öncelikle yazarıyla değil, kapağıyla gündem oluyor. Bu aynı zamanda bize niceliğin, görselin niteliği gölgelediğini de gösteriyor. Ama yabana atmamak lazım, önemli bir konu. İthaki’nin Poetik Serisi’nde yayınevi yazarlarına pek çok noktada kapak üzerinde tasarrufta bulunma şansı veriyor. Kapaktaki nesneler kendi seçimim. Kitabın ismine değil, içeriğine dair bir şeyler söylüyor. İyi kapaktan anladığım bu benim. İlk kitabımda anahtar teması bütünün içinde yer tutuyordu. Bu kitabımda da bıçak yer alıyor. Şiirde bıçak bütünün içinde yeri geliyor savruluyor, yeri geldiğinde masanın üzerinde öznesine sesleniyor. Tıpkı gündelik hayatta olduğu gibi.
Dört bölümden oluşan şiirler birbirine cevap veriyor mu? Birbirleri ile konuşan, seslenen, tartışan, teslim olan tatlar var diyebilir miyiz?
Şiir yazma aşamasında çok hesaplamaya gelen, sizin tasarladığınız, sizi A noktasından B noktasına götüren bir tür değil, hemen B’den C’ye geçebiliyorsunuz ya da A’dan C’ye. Çok kaygan bir zeminde zuhur ediyor. Ya da benim zihnim öyle çalışmıyor. Bu konuda çok bahsetmek istemem ama kitaptan örnekler vereceğim. Evet, iyi kötü temalar aklımda var fakat baştan sona uyduğum bir kurgudan bahsedemem. Kitaplardaki şiirler bir toplamadan oluşmuyor. Tasarlanmış, kurgulanmış şekline en yakın hali elinizdeki. Son bölümdeki bir dize okuru baştaki veya ortadaki bir bölüme gönderebiliyor. Kitaplardaki bölüm isimlerine bakarsak örneğin “uzak menzil” bir yerlere gidememenin kâbusu üzerine, ikinci bölümde “bir ses taşıyorum yüzümde” ise bir ayna metaforu ile kurgulanmış. Kalakaldığında veya gittiğinde de kişinin yüzüne vuran, peşini bırakmayan hadiseler.
Üçüncü bölümde “rölans” ile eli biraz daha yükseltiyorum. Daha ılımlı, nefes alan, özneyi kendine ve çevresine bakan bir yere götürme çabası var. “Aşındırma heceleri” ise mizahı ve mevcut şiir ortamına dair bir tepkiyi barındırıyor. Son şiirlerimde mesela deneysel şeyler var. Deneyseli yanlış anlayanlara karşı bir tepki olarak. Bazı sesler aynı şekilde devam ederken anlatı da alttan alta devam ediyor. Hala akan, anlamlı bir şeylerin olması.
Sözcüklerin çağrışımsal anlamlarımdan yararlanırken eşyaya, insana, toprağa birçok şeye fısıldayan, insanla insanı karşı karşıya getiren ve şiirinizde sıkça karşımıza çıkan su ve bu suyu kirleten, bu suda yıkananlar ne, kim?
Olduğunuz yere, faydalanabileceğiniz bir su getirmek için suyolunu, suyun akacağı yerleri temizlersiniz. Yani su akıp yolunu bulmuyor kendi başına, eğer sudan faydalanmak, ondan asgari derecede fayda sağlamak istiyorsanız. Çıkıp bir düzen kurup o temiz akışı sağlamak için çabalamanız gerekir. Şiir de böyle bir şey. Getirmek için temizlediğin, başında beklediğin, uğruna başkasıyla kavga ettiğin, uykusuz kaldığın, bazen eğlendiğin bazense üzüldüğün ve yeri geldiğinde kirlettiğin bir şeydir. Kutsalı veya o var olan, vücut bulan, itinayla korunan iktidarı bozan bir şey. Güçlü bir suyun her şeyi yıkabilmesi gibi.
Ama analojiyi çok ilerletmeyelim, tsunami değil kastettiğim. Akarsu gibi düşünün. İyi şiirin mevcut ortamı kirleten, bozan ve yeni boyuta vardıran bir gücü var. Duru olan şeyi bozmak, yeni bir boyuta erdirmek. Kürt olmanın ve Türkçenin içinde olmanın suyu kirleten, bozan ve yepyeni bir durulukta akmasını sağlayan bir yanı olduğu gibi daha sonra başka birinin gelip suyu tekrar kirletecek ve başka bir durulukta akıtacak olması durumudur da.
Şiirinizde uzak yakınlıklar var mı? Çok önce yazılmış olan bir dize, bir cümle bugüne bile bir pencere açıyorsa şair ve sanatçılarla ilgili temaslar hakkında ne denilebilir?
Bir örnekle cevaplamak isterim bu soruyu. Turgut Uyar şiirini ele alalım. Bu şiirleri 2021’de okuduğunuzda, ilk dönem şiirlerini kastetmiyorum, bugüne dair bir şeyler söyler yine de size. Son dönemlerde, ya da bir ara diyelim, şiirin politik eylemlerde başat bir rol üstlendiğini gördük. Bunlar güncel şiirler değil daha çok geçmiş dönemlerde yazılmış şiirler oldu. Bu önemli bir nokta zira mevcut ana dair bir şeyler söyleyen şiir güçlü bir şiirdir. Elbette, salt politik sloganla konuşamayız bu meseleyi, şiirin bugüne ve yarına dair de bir şey söylemesi gerekir. Bir kitabı okuduğunuzda mesela, o kitap mevcut ana veya geleceğe dair bir şeyler söylüyorsa hafife alınacak bir kitap değildir elinizdeki. İyi metin geniş zamanlara sığan, her zaman okuyucunun kendisinden bir şeyler bulabildiği bir noktada yer alır.
Kendi şiirlerimde, geçmiş mefhumu bir nostalji olarak değil, geleceğe uzanan, gölgesinden geleceği çağırdığımız bir yerde duruyor. Benjamin’ci anlamda, geçmiş beni ilgilendiriyor. Elbette şiirler bugünkü ortamda yazılıyor fakat bundan kırk yıl sonra da nefes alıyorsa, ne ala. Öte yandan şimdiye dair de sorunun cevabını Borges versin: “Ben ayda yaşayan bir adam üzerine roman yazsam bir Arjantin öyküsü çıkar ortaya”.
Çalışmaya başladığınız yeni şeyler var mı?
Politik ve güncel meseleleri ortak ele aldığım bir çalışma var önümde. Şiir konusunda her kitaptan uzunca bir süre yaşadığım tutukluğu yaşıyorum şu an. İki kitaba benzemeyen ve onlardan ayrışan bir şiir. Bakalım, yazar bir arkadaşımın dediği gibi: “Kimse kendini kaleminden daha akıllı görmemeli”. Kaleme inançla, bir şeyler elbette çıkacaktır.
Mehmet Özkan Şüküran hakkında
1994’te Bingöl Karlıova’da doğdu. Maliye ve İletişim bölümlerinde lisans okudu. Galatasaray Üniversitesi İletişim Anabilim Dalında yüksek lisans yaptı. Marmara Üniversitesi’nde aynı alanda doktora yapıyor.
Şiirleri, yazıları ve söyleşileri Varlık, Evrensel Kültür, Yeni E, Yokuş Yola, Duvar, K24, Evrensel gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. Gül Rengini isimli dosyası 2016 Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’ne değer görülerek Varlık Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Aynada Yürüyen Sesler ise dört yıl aradan sonra İthaki Yayınları tarafından yayımlandı.